Ölüm, Ölüm: Puslu Bacısı Sesselliğin

-Kardeşler... Kardeşlerim!
Ormanın içinden bir fırtına gibi çıktı yaşlı şair, elinde kalemini savuruyordu:
-Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!
Birkaç kişi sırtımızda kelimelerle ormanın girişindeydik. Neydi yaklaşan, bilmiyorduk. Yalnızca şaşkınlığımızın varlığından emindik. Yaşlı şair koşarak arkamıza geçti. Yanımdaki bir kadın öne atıldı hemen ve hızla ormana doğru koşmaya başladı.
Bir silah sesi duyuldu, yanımdaki kadının diri bedeni zamanı yavaşlatarak bir silah sesi hâlinde yere serildi. -Kimdi vuran?- Bilmiyorduk, Yalnızca silah sesi vardı sesli harflerin şapkalarını düşürür gibi insan düşüren. 
Yere serilen kadının çığlıkları çılgınca çırpınıyordu. Rüzgâr çığlıkların diken diken olmuş saçlarına batıyordu. Sesler sanki zamanı yarma harekâtı yaparak, çatlatıp kanırtarak akıyordu, kulaklarım uyuşuyordu. -Neden ilk vurulan bir kadındı?- Bilmiyorduk.
Bir fikir duyuldu, biri daha yere serildi. Gün ışıkları sönmeye başlamıştı semadan:
-Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!
Biri daha, bu kez, bir vaatle toprağın sıfır noktasına serildi... Sonra biri bir yalan savurdu, gerildi, kollarını havada ahenkle açıp süzülerek ormana doğru koşmaya başladı, paramparça olmuş, bedeni aniden dağılmıştı. Anladım ki cinsiyet ya da dünya üzerinden bir şey fark etmiyordu ölüm için. Ben hariç herkes yere serildi, hareketsiz kalan bir tek ben vardım. -Neden ben koşmamıştım henüz?- Bilmiyorum.Çığlıklar o kadar çoktu ki, az kalsın şairin elindeki kalemden yansıyan ihtiyar kelimeleri göremiyordum. Ölenler sanki çığlıklar hâlinde zamana tutunarak ruhlarını teslim etmemeye çalışıyor, zamansa onları toprağa itmek için boğuşuyordu: 
-Bakın yaklaşıyor!
Arkamı dönüp gidebilirdim, gitmedim. Hava artık iyice karanlıktı. Tek ve gerçek varlığın bu ormanda gizlendiği söyleniyordu. Ona ulaşmaya ve ebedî olmaya gelmiştik, hepimiz kalem tutmuştuk gelebilmek için, hüznü tatmış, kumruları korkutmadan yürümüştük şehirde ve hepimiz birer ses olarak yaşamımızı sürdürmüştük kabaca. Şimdi onlar çığlıktı, bense sessiz bir hissiyat yığını...
Karşımda bir çift sapsarı, çatlak damarlı ecel gözleri, aklımda ebediyet, ensemde buz gibi esmeye başlayan rüzgâr... Hareketsizliğime son vermeliydim, sıra bendeydi.
Ecel hırıltılı nefesiyle etrafımı kokluyordu. Cebimden bir avuç görmüş geçirmiş kelimeyi ormanın içine fırlatarak onu uzaklaştırdım.
Ve gördüm, oradaydı.
Ağaç dallarından aynalar sarkmaya başlamıştı. Sıra sessizliğimi bozmaya gelmişti, orman beni kabul etmeliydi. 
Gördüm.
Aynalara mest olmuş bakıyordum.
Rüzgâr oradaydı, aynadaydı, rüzgâr bir varlık hissiyatı şeklinde gözüküyordu. Ne üçgensel bir şekil ne dairesel ne de varlığını bildiğimiz şekillerden hiç biri... Şekli olmayan mükemmel bir şekildi bu, bir ulak gibi yansımıştı aynaların gövdelerinde. Elimi uzattım, büyüleniyordum, dudaklarım titremeye başlamıştı. Aşk demek için yalvarıyordum ama dudaklarım o kadar zorlanıyordu ki, bütün benliğimle artık yaşamın bitmiş olduğunu hissediyordum. Çünkü artık ne varsa bu cisimler arasında, aynada gördüğüm görüntüden ve beni kabul eden ormanın içindeki sonsuz varlıktan daha anlamsız ve bomboş olacaktı. Çünkü artık başım döndüğünde yalnızca dünyanın dönüşüne şahit olabilirdim, bir hastalık bile anlamsız olurdu.  Ebedî olma arzusuyla elimi uzatmıştım, yaklaşıyordum -bulmuş muydum doğruyu?- Bilmiyorum.
Aşk, hiç ölümle bu kadar iç içe olmamıştı. Ağzımdan titrek harflerle ölüm dilini çevirsem de nedendir, insanlığımdan mıdır bilinmez, 'yaşam' sözcüğü yankılandı. 'Yalan' yanıtı aldım. 'Ölüm!' diye bütün ağzımla söylesem de 'yaşam' sesi yankılandı. Çünkü kalemi eline de alsa insan, asla Tanrı mükemmelliyetine ulaşamıyordu.
Ecel, ağzından kelimelerimin kanları sızarak, bir hırıltı hırçınlığında ansızın ormanın içinden sıçrayıp aynalara doğru uzattığım kolumu kaptı. Şimdi benim de ruhumun çığlıkları şuursuz bir hayalet gibi dallarda çılgınca çırpınıyordu.


-Yazık, dedi şair.

  Kâlemî

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

The Poem Of The Middle Earth

Dağılganlaştıramadıklarımızdan

Inter'siz Rail